30 Aralık 2013 Pazartesi

Gıdalar küflenmeden nasıl korunabilir

Gıdalar küflenmeden nasıl korunabilir
Uzmanlar, küflenmiş gıdaların tüketilmesinin doğru olmadığı uyarısında bulunuyor.
Evlerde genellikle küflenen gıda ürünlerinin küflü kısımlarını atar, kalan kısımlarını tüketiriz. Hâlbuki uzmanlar, küfün tüm ürüne yayıldığını ve bunun zamanla vücudun bağışıklık sistemini çökerttiğini, iç organlarda ve karaciğerde tahribata yol açtığını söyledi. Çünkü küfün vücut üzerindeki zararı yavaş ama öldürücü oluyor.
Gıda hazırlamada hijyene dikkat edilmeli
Gıdalar hazırlanırken hijyene dikkat edilmemesi, yeterince pişirilmemesi gibi yapılan dikkatsizlikler sonucu besinler vücuda yarardan çok zarar verebiliyor. Küflenen yiyeceğin ziyan olmasın diye atılmayıp sağlam kısmının kullanılmaya devam edilmesinin karaciğer hastalıklarına yol açabileceğine dikkat çekiliyor.
Ev hanımları genellikle salça, ekmek gibi gıdaların küflü kısmını atarak kalan tarafını kullanmayı tercih ediyor. Küfü, ekmek üzerindeki yeşil noktalarla ya da meyvedeki kadife görünümlü beneklerle sınırlı sanabiliriz; ancak küf gıdanın en alt kısmından başlayarak yüzeye doğru gelişir.
Hububat ürünlerindeki küfler bağışıklık sistemini çökertiyor
Buğday ve ürünleri başta olmak üzere tüm hububat ürünleri, pirinç, fındık, fıstık gibi besinlerde küflenmeyi başlatan mantarlar "aflatoksin" denilen zehri oluşturur. Etkisini hemen göstermeyen aflatoksin, zamanla vücudun bağışıklık sistemini çökerterek, iç organlar ve özellikle de karaciğerde tahribata yol açıyor.
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Farmakoloji ve Toksikoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halis Oğuz, küflü buğday, mısır, pirinç ve nohut gibi ürünlerde eğer daha önce küflenerek aflatoksin zehri oluşmuşsa havalandırılsa ve güneşte bekletilse dahi bunun geçmeyeceğini ve besinden arınamayacağını söyledi.
Küflü gıdalar kesinlikle tüketilmemeli
Küflü gıdaların kesinlikle tüketilmemesi gerektiğini belirten Oğuz, "Küflü bir gıda havalandırılsa ve güneşte bekletilse sadece dış yüzeyindeki ipliksi görünüm yok olur. Ancak içinde oluşan zehir etkisi hâlâ devam eder. Genellikle ev hanımları ziyan olmasın diyerek küflü gıdanın sağlam kısımlarını kullanır. Küflü gıdaların vücut üzerindeki zararı yavaş yavaş, fakat öldürücü olur. İleriki zamanlarda karaciğer büyümesi, siroz, böbrek yetmezliği ve kanserlere neden oluyor. Ayrıca küflü gıdaları ve bunların sağlam kısımlarını yiyen kişiler, bağışıklık sistemi baskılanacağı için enfeksiyonlara daha çabuk yakalanıyor." dedi.
Prof. Oğuz, hamilelerde aflatoksinin özellikle gebeliğin ilk üç ayında bebekte sakatlıklara neden olabilecek ölçüde etkiler doğurabileceğini vurguladı.
Küflü yemle beslenen hayvanların ürünleri de tehlikeli
Küf nedeniyle toksinlerin oluştuğu yemleri yiyen hayvanların özellikle sütü, yumurtası ve eti de insanlara ciddi zararlar veriyor. Oğuz "Hayvanların beslenmesinde özellikle son 10-15 yıldır bu konuda ciddi bir bilinçlenme var ve bu da sevindirici bir durum. Ancak bazen halkımız küflü ekmekleri ve lokanta artıklarını hayvanlarına yem olarak veriyor. Küfün zehri hayvana ve özellikle de sütlerine geçiyor. Bu ürünler sakat doğumlara yol açabiliyor." şeklinde konuştu.
Küfün gözle görülmeyen uzantıları olduğunu ifade eden Diyet ve Beslenme Uzmanı Nilgün Aydın, küflü bir gıdanın tamamen atılması gerektiğinin altını çizdi. Gıda Mühendisi Selçuk Biçer ise küfü kontrol altına almada temizliğin çok önemli olduğunu dile getirdi.
İşte gıdaların küflenmeden korunma yolları
- Küf bulaşmış gıdadan buzdolabına, bulaşık bezlerine veya diğer temizlik materyaline geçebilir. Buzdolabını ayda bir, 1 çorba kaşığı yemek sodası (sodyum bikarbonat) eklenmiş 1 litre su ile temizleyin. Temiz su ile durulayın. Lastik yüzeyler üzerinde görülen küflerde, 1 litre suya 3 çay kaşığı çamaşır suyu ekleyip küflere uygulayıp fırçalayın.
- Bulaşık bezleri, havlular, süngerler ve diğer temizlik malzemeleri temiz olmalıdır. Küf kokusu bu malzemelerin etrafa küf yaydığını göstermektedir. Temizleyemediğiniz veya yıkayamadığınız temizlik malzemesini kullanmayın.
- Gıdaları servis ederken muhtemel havadan bulaşma riskine karşı üstünün örtülü olmasına dikkat edin.
- Nemli kalması istenen taze kesilmiş sebze ve meyveler, salatalar plastik örtü ile kaplanmalıdır.
- Açılan ve çabuk bozulabilen konserve ürünleri saklama kaplarına koyarak hemen buzdolabına kaldırın.
- Çabuk bozulabilen gıdaları buzdolabı dışında 2 saatten fazla bulundurmayın.
- Artan yemekleri 3-4 gün içinde, küf gelişimine fırsat vermeden tüketin.
- Yiyeceklerin servise dek bekletilmesinde bekletme koşulları uygun değilse bakteri üremesi yönünden tehlike söz konusudur. Sıcak yemekler 1-2 saat içinde servis edilecekse üzeri kapalı tutulmalıdır. Soğutulması ya da ertesi gün servis edilmesi gereken yemekler sıcakken buzdolabına konulmamalıdır.
- Et, sebze ve unlu, hamurlu yiyecekler ayrı tezgâhlarda, ayrı kesme tahtalarında ve ayrı araç-gereçler kullanılarak hazırlanmalıdır. Böylece çapraz bulaşmayı önleyebilirsiniz.
- Salçanın küflenmemesi için üzerine zeytinyağı dökebilirsiniz.

31 Ekim 2013 Perşembe

PERSPECTIVES, 6. SAYI...

Alacarte Avrupa’nın kırsal politika seti
Türkiye için uygun anahtar mı?
Gökhan Günaydın
Hızla artan nüfus, kuzey ve güneyin tarımsal üretim ve beslenme kapasitelerinde giderek derinleşen eşitsizlikler, artan gıda skandalları ve ağırlaşan çevre sorunları, yerkürenin geleceği ile ilgili kaygıları daha da artırmaktadır. Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde uygulanan tarımsal ve kırsal politikalar, her ne kadar yukarıda ana hatlarıyla verilen sorunları çözme ya da en azından hafifletme iddiası taşısa da, bazen sorunları ağırlaştırıcı işlevler üstlenebilmektedirler.
1958-1987 döneminde politikaları
Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne, kırsal/tarımsal politikaların değişiminde iki temel belirleyici vardır: Dünya kapitalist sistemindeki değişime Avrupa’nın iktisadî ve siyasî uyumuyla AB’nin genişleme süreçleri. Bu iki belirleyicinin yarattığı yeni pozisyon alma ihtiyaçları, Topluluğun kırsal/tarımsal politikalarına da yansımaktadır.
Birincisinden başlayalım. Dünya kapitalizminin Keynesci Refah Devleti uygulamalarının tıkanması sonrasında neoliberal bir döneme evrilmesi, etkilerini tüm politika alanlarında göstermiştir.
1958’de kurulan AET içinde geliştirilen ilk uluslarüstü politika seti olan Ortak Tarım Politikası’nda, kırsal kalkınma konusu her zaman çeşitli boyutlarıyla gündemde kalmış, dönemin gereksinimlerine uygun bir şekilde oluşturulan politika araçlarıyla alan yönetilmiştir. Başlangıçta, Topluluğun kırsal–tarımsal altyapı sorunlarını çözmeye yönelik bir anlayış içinde kurgulanan kırsal kalkınma kavramı, “klasik” sorunlar çözüldükçe, diğer boyutlarıyla gündeme taşınmış; hatta farklı sorunların çözümüne katkı sağlaması için kullanılan bir araç niteliğine dönüştürülmüştür.
1958–1987 döneminde uygulanan klasik kırsal kalkınma politikaları döneminde, tarımsal politikaların tamamlayıcısı olarak kurgulanan ve uygulanan kırsal kalkınma politikaları Topluluğun öngördüğü kapitalist tarım sistemi açısından olumlu sonuçlar üretmiş, hem tarım sistemi içinde kalanlar hem de tarımdan tasfiye edilerek diğer sektörlere transfer edilen işgücü, Keynesci Refah Devleti uygulamaları kapsamında görece yüksek refah düzeylerine sahip olmuşlardır.
On beş üyeli Toplulukta, birkaç ülke hariç kırsal yol ağlarının eksikliği, kırsal telekomünikasyon açığı, sulama – tarla içi geliştirme hizmetlerinin yetersizliği, tarım işletmelerinin modernizasyon gereksinimi gibi temel kırsal sorunların önemli oranda varlığını koruduğu söylenemez. Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) kuruluş dönemi ile Keynesçi kalkınmacı tarım politikaları döneminde,1 bu sorunlar temel olarak aşılmıştır.
Yeni paradigma
Topluluk 1992’ye kadar toplam tarım finansmanının yüzde 1 ila yüzde 5’ini kırsal kalkınmaya özgülemiş ve bu politikalar tarımın tamamlayıcı önlemleri olarak değerlendirilmişken, 1992’de temel bir dönüşüm gerçekleştirilmiştir. Artık Topluluğun adı konmuş bir kırsal kalkınma politikası bulunmaktadır ve bu alana ayrılan kaynak miktarı tarım bütçesinin yüzde 5–15’i düzeyine yükselmiştir. Yeni kırsal kalkınma politikalarının uygulandığı 1987 sonrası dönemde, kırsal kalkınma ile tarım arasındaki bağ zayıflatılarak, daha çok mekâna ve sosyal yapıya yönünü dönmüş bir öznel politika uygulamasına geçilmiştir.
Yeni paradigma, katmanlar halinde oluşmaya başlamaktadır artık: OTP’nin piyasacı bir düzleme kayma gereği ve Berlin duvarının yıkılmasından sonra şekillendirilen yeni genişleme politikaları. Kırsal kalkınma kavramı, bu yeni paradigmaya uygun bir şekilde yeniden biçimlendirilmeli, teorisi kurgulanmalı ve politika transferiyle “periferi”ye aktarılmalıdır.
Bu bağlamda, önce kırsal kalkınma OTP’nin II. Sütunu haline dönüştürülmüş, tarım politikalarının neoliberal yapıya ayak uydurması için müdahale politikalarından uzaklaşma ve kırsal kalkınma politikaları aracılığıyla “piyasa kurallarına uygun, ticareti bozmayan” destekleme politikalarına dönüş sağlanmıştır.
Buna koşut olarak, “müdahale” sisteminin gerektirdiği yoğun kaynak kullanımına dayalı politikalar yerine, II. Sütun üzerinde inşa edilen kırsal kalkınma politikalarının öne çıkarılması, böylece I. Sütun olan müdahaleci tarım politikalarının içinin boşaltılması yoluyla, Brüksel’den kaynak transferini mümkün olan en az düzeye indirgeyen “yeni Avrupa tarımsal modelinin” genişleme halkalarına tanıtılması işi gerçekleştirilmiştir.
Çevresel sürdürülebilirlik, kırsal ekonominin yaşamsallığı, gıda kalitesi, hayvan sağlığı ve refahı standartları gibi konular yeni politikanın meşruiyet temelleridir. Dünya Ticaret Örgütü kapsamında sürdürülen tarım görüşmelerinde ortaya çıkan liberal yönelim yanında, genişleme sürecinin mevcut OTP kuralları ile karşılanması durumunda Brüksel’in yapacağı harcama düzeyinin yüksekliği, politika değişiminin gerçek temellerini oluşturmaktadır. Gündem 2000 adıyla bilinen Mart 1999 reformu ve Haziran 2003 reformu, klasik kırsal kalkınma politikalarından kopuşu temsil eden en önemli uğraklardır. Nihayet 2007-2013 dönemi kırsal kalkınma politikaları da, bu çizginin devamı şeklinde kendisini göstermektedir.
Çok vitesli / alacarte Topluluk
AB kırsal kalkınma politikalarının merkezdeki bu değişiminin çevreye olan yansıması, genişlemelerle 28 ülkeye ulaşmış ve çok vitesli / alacarte nitelik kazanmış Toplulukta, yalnız Topluluk dışı değil, belki de öncelikle Topluluk içi bir analizi gerektirmektedir. Günümüzde AB coğrafyasının yüzde 80’i kırsal alanlardan oluşmaktadır ve nüfusun yüzde 25’i bu alanlarda yaşamaktadır. Feodal düzeni parçalayarak arkaik ilişkileri hızla çözen sanayi çağının devrimci özelliği, Avrupa Kıtası’nın kır – kent ilişkilerini, mekânsal özellikleri yanında, iktisadî ve sosyolojik boyutlarıyla da önemli ölçüde değiştirmiştir. Bununla birlikte, ülkelerin sahip oldukları farklılıklar, AB’nin kırsal yapılarını, sorun ve olanakları temelinde çeşitlendirmektedir.
Görece benzer gelişmişlik derecesine sahip AB–15 ülkelerini kırsal alanlarının özellikleri bakımından gruplandırma çabasına girişildiğinde, kırsal alanı benzer özellikler taşıyan merkezi AB ülkeleri (İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, Avusturya, Luxemburg), kuzey ülkeleri (Hollanda, İsveç, Finlandiya, Danimarka) ile İrlanda ve Akdeniz ülkelerinin (İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan) hem grup içinde hem de gruplar arasında çok farklı kırsal alan özellik ve sorunlarına sahip oldukları görülür.
2004’te topluluğa katılan 10 ülkeden 8’i Merkezî ve Doğu Avrupa ülkesidir. Ada ülkeleri olan Malta ve Güney Kıbrıs bir tarafa bırakılırsa, diğer Merkezî Doğu Avrupa Ülkeleri (MDAÜ), sosyalist geçmişlerinden kaynaklanan birtakım ortak kırsal özellikler taşımaktadırlar. Bununla birlikte, coğrafi ve ekolojik koşulları bağlamında sözü edilen ülkeler de kendi içlerinde gruplandırılabilirler. Baltık ülkeleri olan Estonya, Letonya ve Litvanya alanlarının önemli kısmı ormanla kaplı küçük ülkelerdir. Çek Cumhuriyeti, Slovak Cumhuriyeti, Slovenya, Polonya, Macaristan gibi yıllarca aynı coğrafyayı ve kültürü paylaşmış ülkelerin kırsal kalkınma konusundaki yapı ve sorunlarının benzerliğini doğal karşılamak gerekir. AB’ye 2013’te katılan Hırvatistan da bu kapsamda değerlendirilebilir. Güney Kıbrıs ve Malta’nın, ada ülkeleri olarak, kırsal kalkınma alanındaki sorun ve öncelikleri, diğer ülkelerden oldukça farklıdır. 2007’de AB’ye katılan Bulgaristan ve Romanya’nın kırsal yapısının özellikleri ve sorunları, nitel ve nicel olarak eski üye ülkelerden önemli oranda farklılıklar göstermektedir.
O halde şu sorunun öncelikle yanıtlanması gerekmektedir: 28 üye ülkenin kırsal alan ve tarım yapıları bu denli farklılaşan Avrupa’da, kendi içinde bir merkez – çevre ilişkisinden söz edilebilir mi? Bu bağlamda, örneğin, İrlanda, Portekiz ve Yunanistan’ın kırsal yapısının geliştirilmesi için kullanılan politika araçları ve finansman büyüklüğü, Bulgaristan ve Romanya için sözkonusu olabilecek midir? Başka bir deyişle, 21. yüzyılın AB’si, 1950’ler ve ‘60’lar boyunca karşı karşıya bulunduğu ve güçlü tarım politikaları içinde örülmüş bir kırsal kalkınma anlayışıyla aştığı sorunlarla bugün karşı karşıya bulunan MDAÜ kökenli yeni üyelerine, içi boşaltılan bir tarım politikası ve zarar görenler için onarım mekanizmaları içeren “geliştirilmiş kırsal kalkınma politikaları“ transfer ederken, başka bir deyişle merkeze göre daha düşük bir vites önerirken, temel politik amacı nedir? Hiç kuşkusuz bu soru, müzmin aday Türkiye için de yanıtlanmaya muhtaç bir sorudur.
AB’nin “iç periferi”si olarak Türkiye
Türkiye 780 bin kilometre kare yüzölçümü üzerinde 76 milyona yakın nüfus barındıran, 24 milyon hektarı işlemeli olmak üzere, toplam yüzölçümünün yüzde 53.5’i oranında olan 41.5 milyon hektar tarım alanına sahip olan ve halen üye olan ya da aday konumunda bulunan ülkeler arasında Almanya’dan sonra en büyük ülkedir.
Türkiye’de 81 bine yakın kırsal yerleşmelerde, 23.8 milyon insan yaşamaktadır. Köylerin yaklaşık yüzde 95’i 2000 ve altı nüfusa sahiptir. Kırsal alanda yüzde 82 olan genel okuma yazma oranı, kadınlarda yüzde 73’e düşmektedir. Kırsal yerleşimdeki kadınların yüzde 48’i doğum öncesi herhangi bir tıbbî bakım almamaktadır. Üretici / çiftçilerin ezici çoğunluğu herhangi bir sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunmamaktadır.
Tarım kırsal alanın başat ekonomik faaliyetidir. 2012 yılı itibariyle sektörün ulusal gelirdeki payı yüzde 8.4, istihdamdaki payı yüzde 25 düzeyindedir. Kırsal alanda temel sosyal ve ekonomik altyapının önemli eksiklikler barındırması, kırsalın hemen tek gelir getirici sektörü olan tarımın hızla gerilemesi, kırsal yoksulluk boyutlarının hızla yükselmesi, tarım ve orman alanları üzerindeki rant baskısının giderek artması, çevre kirliliği, biyoçeşitliliğin risk altında bulunması, yaşlanan kırsal nüfusun eğitim düzeyinin düşüklüğü gibi çok sayıda sorun alanı, Türkiye’nin karşısında bulunmaktadır. Tarım sektöründe yaşanan gerileme bağlamında tarım fiyatları çökerken ülke kendine yeterliliği yitirmekte, artan kırsal yoksulluk köylerden kentlerin varoşlarına doğru yeni bir dalganın yönelmesine neden olmaktadır.
Bunun yanında, Türkiye’nin kırsal alanında, tarım toprağının mülkiyetinin dağılımında son derece çarpıcı bir adaletsizliğin bulunduğu görülmektedir. Yarı feodal düzenin zeminini oluşturan bu yapı, ağalık – beylik sistemini ülkenin bazı yörelerinde hala yürürlükte tutmaktadır. Diğer taraftan kapitalizmin elini uzatabildiği kırsal alanlarda kapitalist toprak sahipliği egemen olmakta; çokuluslu şirketlerin alana girmesiyle yeni ilişkilenme biçimleri ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin kırsal sorunları AB’nin merkez ülkelerinden oldukça farklı, buna karşılık AB’nin “iç periferisi” niteliğindeki diğer ülkelere benzer özellikler taşımaktadır.
Ulusal Kırsal Kalkınma Planı ve Stratejisi
1963’te AET ile Ankara Anlaşması’nı imzalamış, 1995’te Gümrük Birliği’ne katılmış, 2005’te üyelik müzakerelerine başlamış olan Türkiye, giderek ağırlaşan tarımsal ve kırsal sorunlarla karşı karşıyadır.
Son on yılda iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine dönmesi nedeniyle üreticinin işlemekten vazgeçtiği alan 3 milyon hektar olup, bu büyüklük toplam işlenen alanın 1/7’sine denk gelmektedir. Küçük köylülüğün hızla tasfiye edildiği ülkede, kırsaldan ve tarımsal üretimden kopan üreticinin istihdam edileceği düzeyde bir sanayii / hizmetler sektörü gelişimi yoktur. Kırsal peyzaj, kentleşme ve rant baskısı altında geri dönülmez tahribatlar ile karşı karşıyadır.
Bu tablo içinde AB, Türkiye’yi kendi geliştirdiği kırsal kalkınma menüsünden seçim yapma durumu ile karşı karşıya bırakmıştır. Seçilen politikaların uygulanabilmesi için AB’nin genişleme halkasının özellikleri uyarınca geliştirdiği katılım araçlarının öngördüğü yönetim ve finansman yapısı öncelikle kurulacaktır. Bu bağlamda, AB kırsal kalkınma politikalarının içselleştirilmesi işlevini üstlenmek üzere, Ulusal Kırsal Kalkınma Planı ve Stratejisi hazırlanması zorunludur. Seçilen alanlarda uygulanan Projeler, eş finansman yapısı altında, özel sektör, sivil toplum kuruluşları, yerel aktörler ve yerel yönetimlerin etkin bir işbirliğiyle yaşama geçirilecektir. MDAÜ için SAPARD Programı uygulanmışken, Türkiye’nin de içinde bulunduğu son genişleme halkası için IPARD organize edilmiştir. Sorun yalnızca bu politika setinin Türkiye kırsalının sorunlarını çözmek için uygun seçenekler sunma kapasitesinde değil, diğer taraftan ülkeye ayrılabilecek kaynak miktarının, 2004’te Topluluğa katılan 10 ülkenin nüfus ve yüzölçümü toplamına yakın olan büyük ülkenin gereksinimlerini karşılamaktan hayli uzak olmasındadır.
Daha da ilginç olan, 40 yıllık planlama deneyiminde Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda kırsal sorunlarının saptanması ve çözüm önerileri konusunda yazılanlarla Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi içeriği arasında önemli farklar bulunmaktadır. Hiç sürpriz olmayacak biçimde, Ulusal Kırsal Kalkınma Stratejisi’nin hem stratejik amaçları, hem de bu kapsamdaki öncelikleriyle IPARD ile arasında dikkat çekici bir benzerlik bulunmaktadır.
Kırsal alanın tarımdan koparılması
Bitirirken, iki ana düzlem üzerinde ilave düşünmenin gerekli olduğunu ifade etmek isteriz. Bunlardan ilki AB kırsal ve tarımsal politikalarının bizatihi Topluluğun kendisi için yarattığı etki, ikincisi ise periferi üzerine etkileridir.
AB, rasyonelleştirdiği kapitalist tarım düzeni içinde, yeni gıda ve çevre sorunlarına muhataptır. Şirketleşen tarım ve tasfiye edilen küçük köylülük, geleneksel üretim ve kırsal komşuluk ilişkileri yerine maliyet – verim hesabını oturtmuştur. Ekim nöbetine izin veren polikültür üretim yerine sanayiinin gereksinimlerine göre tek tipleşen ve temel ürün sayısı 10’un altına düşen bir üretim modeli baskınlaşmaktadır. Bu durum, toprak ve su kaynakları üzerindeki baskıyı artırmakta, sürdürülebilir kaynak kullanımı alanında ciddi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Gıda skandalları sistemin ürettiği sonuçlar olarak yaşamı tehdit etmektedir.
Dünyada neolitik devrimin başladığı topraklar olan Anadolu, biyolojik çeşitlilik ve endemik bitki ve hayvan türleri varlığı açısından önemli bir hazinedir. Gen bankası niteliğindeki Anadolu’nun yerli tohumlarının ancak uzak köylerde ve tesadüflere bağlı olarak bulunabilmesi, ülkede yürütülen tarım modelinin bir sonucudur. Avrupa’nın tohum alanındaki düzenlemesinin Türkiye’ye aktarılması, ülkenin genetik potansiyeli açısından risk artırıcı niteliktedir.
Kuralsız piyasa koşullarının egemenliği, ortalama 6 hektar alanda tarım yapan köylü üretici emeğinin karşılık bulamaması sonucunu doğurmaktadır. Girdi piyasaları tekelleşen ve giderek yükselen maliyetlerle tarım yapmaya çalışan üretici, çıktı piyasalarında ezilmekte ve üretim araçlarını kaybetmektedir. Küçük köylü iflasları Anadolu’nun sıradan görüntüleridir. Sorunun çözümü, ortak piyasa düzenlerinin oluşturulmasından geçmektedir. Oysa AB, tarım politikası setinde terk etmeye hazırlandığı bu araçları Türkiye’ye transfer etme konusunda istekli görülmemektedir.
 Bugün 76 milyon nüfusa sahip ülke, orta vadede 100 milyona yakın bir nüfus projeksiyonuna sahiptir. İşgücü piyasasına her yıl katılan yeni ve genç nüfus, ithalata dayalı ve istihdam çağırma kapasitesi sınırlı büyüme modeli içinde ağırlaşan sorunlar yaşamaktadır. Türkiye kırsalı hızla boşalmakta, köylerde yalnızca yaşlı nüfus kalmaktadır. İş bulma umuduyla kente yönelim, kent sorunlarını daha da ağırlaştırmaktadır. Küçük köylülüğü tasfiye eden bir tarımsal/kırsal politika anlayışının, yukarıda çerçevesi çizilen sorunların hafifletilmesine katkı koymayacağı açıktır.
Türkiye’nin kırsal alanının temel ekonomik faaliyeti tarımdır. Bu bağlamda, tarımdan koparılmış bir kırsal alan politikasının ülke için yararlı olma kapasitesi sınırlıdır. Ülke tarımının gereksinim duyduğu kırsal altyapı yatırımlarının tamamlanması, öncelikli bir politika hedefidir. Buna karşılık gerek IPARD, gerekse ülkenin merkezi ve yerel bütçesinden ayrılan payların, bu yatırımların gereksinim duyduğu miktarın çok gerisinde olduğu açıktır.
Toprak mülkiyeti alanında yaşanan adaletsizliklerin düzeltilmesi, kırsal ve tarımsal alanların giderek yaygınlaşan amaç dışı kullanımının engellenmesi, dağınık ve yeterli kamu hizmeti alamayan kırsal yerleşim sorunlarının çözülmesi, AB kırsal politika setinde “seçimlik” nitelikte yer almayan, ancak ülke için ciddi önem taşıyan başlıklar olarak ortada durmaktadır.
Şurası açıktır ki, daha iyi bir Avrupa ve daha iyi bir Türkiye için, daha iyi bir politik anlayış ve politika seti mümkündür.
1. Avrupa Birliği’nin kırsal ve tarımsal politikalarının merkezi kapitalizmin dönüşümüne koşut biçimde değişiminin dönemlendirildiği bir çalışma için bkz; Günaydın, Gökhan, Tarım ve Kırsallıkta Dönüşüm/Politika Transfer Süreci/AB ve Türkiye, Tan Kitabevi Yayını, Ankara, 2010
----------------------------------------------------------

Doç. Dr. Gökhan Günaydın
1964 Amasya doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk, Anadolu Üniversitesi İktisat ve Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. TODAİE Kamu Yönetimi Bölümünde yüksek lisans, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora programlarını tamamladı. İzzet Baysal Üniversitesi İİBF İktisat Politikaları Anabilim Dalında yardımcı doçent olarak görev yaptı. 2010’ da makroekonomi doçenti oldu ve Ankara Üniversitesine geçti. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Genel Başkanlığı ve KESK Tarım Orkam-Sen Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini üstlendi. Çok sayıda makalesi ve kitabı yayınlanmıştır. CHP Ankara Milletvekilidir.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

"TOPRAK BAYRAMI" KUTLAMALARI

TOPRAK BAYRAMI
Sürdürülebilir ve Ekolojik Tarım açısından çok önem verdiğimiz "Toprak Bayramını" kutladık. Bakan Eker de, Toprak Bayramı Kutlamalarına katıldı
​Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehmet Mehdi Eker, Bakanlık binası Mehmet Akif Ersoy Konferans Salonu'nda düzenlenen Toprak Bayramı kutlamalarına katıldı. Etkinliğin açılışında konuşan Bakan Eker, bugün hayatın kaynağı olan toprağı idrak etmek, toprağı anlamak, toprakla ilgili meseleleri konuşmak, toprakla ilgili sorunları ve çözüm önerilerini aramak için bu programda bir araya gelindiğini söyledi.
1945'te çıkan Toprak Bayramı Kanunu ile bir kez toprak bayramının kutlandığını ifade eden Bakan Eker, "Benim arkadaşlarım da tesadüfen tespit ettiler ve bir kere kutlanmış ondan sonra maalesef kutlanmamış. 'Biz bunu tekrar gündeme getirmek istiyoruz' deyince ben de 'tabii' dedim. Bunu özellikle kentleşmeyle birlikte belki de bizim ülkemizde gelişmekte olan ülkelerde en bonkörce harcanan en kolay güzden çıkarılan, en rahat, değeri en az bilinen toprağın bu vesileyle değerini düşünelim. Anlamaya çalışalım. Bunu korumanın yollarını daha iyi değerlendirelim diye bu haftayı biz, toprakla ilgili etkinliklere ayırdık. Bugün de sizlerle bunu beraber idrak ediyoruz" diye konuştu.
Herkesin sahip çıkması gereken bir varlık olan toprağın, ne kadar sürede teşekkül ettiğinin ölçülemediğini bildiren Bakan Eker, "Bir avuç toprak kaç yüz bin yılda teşekkül ediyor bunu bilemiyoruz. Ama insanın hesaplama yeteneğinin bilgisinin ötesinde bir süre olduğunu biliyoruz. Bu kadar uzun süre ulaşılan bir varlık, bir kararla bir demirle, bir çimentoyla veya başka bir nesneyle ömrü kısa olan insanlık tarihinde çok daha kısa sürede var olacak başka bir varlıkta tahrip edilmesine izin vermemeliyiz" dedi.
Toprağın dönüşüm mekanizması olduğunu vurgulayan Bakan Eker, şöyle konuştu: "Varlık alemi içinde bitkiler ve hayvanlar dahil olmak üzere tüm canlılar içinde toprağa zarar veren bir canlı var, o da insan. Planlayarak toprağa zarar verebilen, topraktan beslenip toprağa zarar veren başka bir canlı yok. Bizim varlık-toprak ilişkisi bilinci diri tutacak şekilde bilgilendirmeyi, hem kendimiz daha iyi idrak etmeli hem genç arkadaşlarımızı, çocuklarımızı bilgilendirmeliyiz. Umuyorum ki bu etkinlikler, tartışmalar, yazılar, söyleşiler, görsel malzemeler bu bilincin oluşmasına ve bu bilincin yayılmasına vesile olur."
Bakanlık olarak toprağı muhafaza etmeye dönük aldıkları bazı tedbirleri anlatan Bakan Eker, 2005 yılında Türkiye'de ilk defa Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu çıkartıldığını ve bu kanunla 442 bin hektar arazinin tarım dışına çıkarılmasının önlendiğini kaydetti. Türkiye'de 3 milyon 100 bin tarım işletmesinin bulunduğunu, bir işletmenin 60 dünüm olduğunu belirten Bakan Eker, Türkiye'de, bölüne bölüne kullanılamaz hale gelmiş arazi miktarının 20 milyon dönüm olduğunu bildirdi.
Dünyada rekabet edilen ülkelerde böyle bir şeyin olmadığını kaydeden Bakan Eker, "Biz de 60 dünümdü, ABD'de bin 810 dünüm, İngiltere 457 dünüm, Fransa 430 dünüm, Almanya 420 dünüm, İspanya 240 dünüm. Türkiye'nin kaç katı en küçüğü, 4 kat. Onların hiçbirinde babadan evlada geçerken miras yoluyla arazinin bölünmesine izin verilmiyor. Hiçbir yerde böyle bir şey yok" diye konuştu.
Miras yoluyla tarım arazilerinin bölünmesiyle ilgili 13 maddelik tasarının bu hafta TBMM Adalet Komisyonu ile Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonunda görüşüldükten sonra Genel Kurul'a geleceğini anlatan Bakan Eker, şunları kaydetti:
"Hayatımızın kaynağı olan bu değerli varlığı muhafaza etmenin birinci önceliği bu düzenlemenin yapılmasıdır. Bu düzenleme yapılmazsa inanın bizim torunlarımız, bu ülkenin topraklarında tarım yapamayacak. Eğer biz çocuklarımızın ve torunlarımızın bu topraklarda tarım yapmasını istiyorsak bu düzenlemeyi yapmamız lazım. Bu konu toplumsal desteği gerektiren bir konu."
21. yüzyılda yeryüzünde ülkelerin 3 alanda mücadele edeceğini ifade eden Bakan Eker, "Enerji, gıda ve su. Gıdanın kaynağı topraktır. Biz Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlarının gelecekte sorun yaşamadan karının doyurması ve mücadele alanında yenik düşmemesi için bunu teminat altına almamız lazım. Gelecek için bugünden bunu düşünmemiz lazım, yoksa yarın çok geç olur" dedi.
20 milyon dönümlük alanın son 15-20 yılda aşırı bölünmüşlükten dolayı kullanılamaz hale geldiğine dikkati çeken Bakan Eker, bu amaçla tarım arazilerinin toplulaştırması projesini hayata geçirdiklerini, yıl sonuna kadar 50 milyon dönüm arazinin toplulaştırılacağını, hedeflerinin toplulaştırmaya müsait 14 milyon hektarın 10 yıl içinde tamamlanması olduğunu söyledi.
Tarım teknikleri uygulanırken çevreye zarar veren tekniklerin de kullanıldığına dikkati çeken Bakan Eker, tarım teknikleri nedeniyle toprağın zarar görmemesi için damla sulama sistemleri ile ÇATAK projesi denilen Çevre Amaçlı Tarımsal Arazilerini Korunma Programının hayata geçirildiğini anlattı.

6 Haziran 2013 Perşembe

Dünya "ÇEVRE GÜNÜ" ve "ÇEVRE HAFTASI"

STD FORUM :::> DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ VE HAFTASI

DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ VE ÇEVRE HAFTASI
STD BAŞKANI
HAMDİ DAĞ
            1972 Yılında İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler çevre konferansında alınan kararla 05 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak  ( Dünya Çevre Haftası) kutlanmaktadır.
            41. kutlanan Dünya Çevre Günü ve Haftasında çevremize baktığımızda 41 yıl önceki çevre ile bu günkü çevrenin durumu itibariyle fiziki olarak baktığımızda daha da geriye gitmekte olduğu görülmektedir. Bu durum gösteriyor ki dünya devletleri ve hükümetleri 1972 yılında aldıkları kararları ciddi olarak uygulamamaktadırlar. Sanki çevrenin sürdürülebilir korunması kararı alınmamışta aksine bir karar alınmış gibi uygulamalar yapılmaktadır. Hatta gelişmiş ülkeler daha çok kirlilik yaratmakta adeta yarışıyorlar.
            Bu gidiş ile dünyamızın ömrünü daha çabuklaştırdığımızın farkında olmalıyız ve daha kararlı ve sürdürülebilir uygulamaları geciktirmeden hayata geçirmeliyiz. Ülkemizdeki ilgili ve görevli organlar bu konuda genel eğitim programları ile halkımızın çevre bilincini yükseltmek vebalini taşımaktadırlar.
            Çevrenin bozulmasının en başta gelen sebeplerinden olan tarımsal faaliyetler ve gelişen yeni teknolojilerin kullanımı konusunda üretici ve tüketiciler bilgilendirilerek topluma çevrenin hassasiyetinin fark ettirilmesi sağlanmalıdır.
            Bu eksikliklere, vurdumduymazlıklara rağmen yine de 41. Dünya Çevre Günü -Haftası ülkemize ve dünyamıza kutlu olmasını dileriz. 05.06.2013
Hamdi DAĞ
            STD- Sürdürülebilir Ekolojik Tarım ve Çevre Derneği Başkanı  

10 Mayıs 2013 Cuma

TOHUM İŞKENCESİ VE ÜRETİCİYE İHANETİN DERİN ÇİLESİ!...

Yerli tohum satan üreticiye para ve hapis cezası!
Fethiye'nin köylerinde küresel tekellere karşı yerli tohum seferberliği başlatıldı...
Türkiye'deki üreticilerin yerli tohum konusundaki sıkıntılarından yola çıkılarak geliştirilen "Yerel Tohum Üretimi ve Takas Projesi"nin çalışmalarına başlandı. 
Muğla'nın Fethiye ilçesine bağlı, Seki beldesi ile Kayaköy, 
Yaka ve Nif köylerinde yürütülecek olan projeyle, hibrit tohum kıskacındaki üreticilerin yerel tohumlarla üretim yapmaları teşvik edilirken, tüketicilere de daha sağlıklı ürünler sunulması hedefleniyor. 
Cumhuriyet Kadınları Derneği Fethiye Şubesi'nin öncülüğünde yürütülen projeye, Fethiye, Ölüdeniz ve Seki belediyelerinin yanısıra çeşitli meslek odaları ve sivil toplum örgütleri de destek veriyor. 
'ÜRETİCİ TARLASINI EKMEKTEN VAZGEÇMİŞ'
Seçilen köylerde dikim çalışmaları başlayan projeyle ilgili bilgiler veren Cumhuriyet Kadınları Derneği Fethiye Şubesi Başkanı Dr. Nalan Ünal, 
2006 yılında çıkartılan tohum yasasının ardından yaşanan sıkıntılar üzerine bölge köylerinde yaptıkları incelemeler yaparak böyle bir girişimde bulunmaya karar verdiklerini dile getirdi. 
Üretimde hibrit tohum kullanan üreticilerin, bu tohumlardan elde ettikleri ürünleri kendilerinin yemediğini kaydeden Ünal, "bu bizim çok dikkatimizi çekti. Köylüler, kendileri tüketmek için geleneksel tohumlardan ayrıca üretim yapıyorlardı. Yani hibrit tohumdan elde edilen ürünlerin sağlık açısından yarattığı risklerin farkındaydılar ve bu ürünleri kendileri tüketmekten kaçınıyorlardı. Bu, Türk tarımının içinde olduğu durumu gösteren trajik bir örnek oldu bizim için. Üretici köylümüz tarlasını  ekmekten vazgeçmiş, ekmediği ürün bedeli karşılığı  devletten aldığı parayla yetinmek zorunda kalmıştır. Senelik verilen para öyle yüksek miktar değil ancak üretici öyle bir durumda ki, ektiği zaman hasat sonu elde ettiği gelir, neredeyse devletin verdiği ekilmemiş alan parası kadar" diye konuştu. 
TOHUM YASASI İLE KÜRESEL ŞİRKETLERE PAZAR YARATILDI
Hibrit tohumların Türk üreticisini dışa bağımlı hale getirdiğinin altını çizen Ünal, yerel tohum sahibi üreticilerle bağlantı kurduklarını  belirterek bu tohumları eken gönüllü  çiftçilere ekimden hasat dönemine kadar uzman desteği sağlanacağını söyledi. 
Belediyelerin desteğiyle sağlanacak olan pazar standlarında ürünlerin tüketiciye ulaştırılacağının da altını çizen Ünal, Ocak 2004'te çıkartılan 5042 sayılı 'Islahatçı Haklarının Korunması Kanunu' ile birlikte 3 binden fazlası endemik olmak üzere 11 bin çeşit bitki türünü barındıran Anadolu toprakları bu yasayla birlikte devlet eliyle çok uluslu tohumculuk şirketlerine açıldığını, ardından ise, Ekim 2006'da yasalaşan 5553 sayılı Tohumculuk kanunu ile tohum ıslahı yapan şirketlerin hakları düzenlenerek devlet eliyle ıslahçı şirketlere pazar yaratılmasının güvencesi sağlandığına dikkat çekti.  
HİBRİT TOHUMLARLA, 
ÜRETİCİ ŞİRKETLERE BAĞIMLI HALE GELECEK
"Tohum yaşamdır. Yaşam satılamaz" vurgusu yapan Ünal,  şöyle konuştu: "çiftçilik ertesi yıl kullanılacak tohumun bir önceki yılın mahsulünden ayrılıp saklanmasıyla yapılır. Üreticimiz yıllardır hasadının bir kısmını satar ,bir kısmını kendi tüketir, bir kısmını da tohum olarak bir sonraki seneye ayırır. Aynı tarlada her sene aynı ürün ekmemek içinde takas yapar. Bunda kıskançlık yoktur. Ekonomik çıkar yoktur. İşte bu dayanışmadır. Tam da yok edilmek istenen budur. Üretici, yeni düzende Kısır-F1 hibrit tohumlarla uluslar arası tohum şirketlerine bağımlı, kendi toprağında tarım işçisi haline getirilecek, dayanışma yok olacaktır."
DEĞİŞKEN DOĞAL TOHUMLAR PATENTLENEMİYOR
Söz konusu yasal düzenlemelerin tohuma kayıt ve sertifika şartı getirdiğini anımsatan Ünal, üreticiye verilen 5 yıllık geçiş süresinin Ekim 2011'de dolduğunu anımsatarak, "kayıt altına alınacak tohumun değişmeksizin aynı kalması  şartı getirildi. Üreticilerimiz bilirler. Doğada tohumlar aynı kalmaz. Tozlaşma, arılar vs ile yıldan yıla bile değişiklik gösterir. Doğal olan bu tohumlar kısır değildir ve değişkendir. Değişken olması patent almasının önünde engeldir" dedi. 
YEREL TOHUM SATAN ÜRETİCİYE PARA VE HAPİS CEZASI
Doğanın patentlenemeyeceğini savunan Ünal, "patent almamış kayıtlı olmayan tohumla üretim yaparsanız satış yapamazsınız, şartı getirildi. Yasa varsa yaptırım vardır. Uyulmazsa da cezası vardır. Çiftçimiz F1-Hibrit tohumu almayıp kendine ait yerel tohumu satmaya kalkarsa ne olacak? Yasanın 12. Maddesine göre ilk etapta 10 bin TL para cezası, tekrarı halinde ise 5 yıl faaliyetten men ve tohumlara bakanlıkça el konulacak. Eğer tohumların imhasına karar verilirse, Bakanlık imha edecek ancak masrafları çiftçi ödeyecek. Çiftçi borcunu ödeyemezse haciz ve hapis cezası ile cezalandırılacak" bilgisini aktardı. 
SATIŞI YASAKLANAN YERLİ TOHUMLAR TAKAS EDİLECEK
Projenin bir ayağını da tohum takası şenliğinin oluşturduğunu kaydeden Ünal, böylece sağlıklı ve yerel tohumların kaybolmasının önüne geçilmesini  ve yasayla satışı yasaklanan tohumların takas yoluyla üretimini arttırmayı hedeflediklerini dile getirdi. 
Cumhuriyet Kadınları Derneği Fethiye Şubesi'nin yürüttüğü projeye, Fethiye, Ölüdeniz ve Seki belediyelerinin yanı sıra, Ziraat Müh. Odası Muğla Şubesi, Fethiye Ziraat Odası, Köy-Koop Muğla Bölge Birliği, Or-Koop Muğla Bölge Birliği, Seki Kalkınma ve Dayanışma Derneği, Yaka Köyü Muhtarlığı, Fethiye Tema Vakfı gibi kurumlar da destek veriyor. (10 Mayıs 2013, Yusuf Yavuz)

19 Nisan 2013 Cuma

LEONARDİT?...

LEONARDİT NEDİR?
                      TARIMDA ÖNEMLİ BİR YENİLİK…                               
LEONARDİT; DİĞER BÜTÜN MADENLER GİBİ, KENDİNE HAS FİZİKSEL VE KİMYASAL ÖZELLİKLERİ İLE KENDİNE HAS OLUŞUM SÜRECİ VE JEOLOJİSİ OLAN DOĞAL BİR MADENDİR.  
Bu gün Ülkemizde diğer madenlerle en fazla karıştırılan ve en fazla birbirinden çok farklı tanımlara sahip olan maden kuşkusuz leonardittir. Bazı kaynaklara göre leonardit linyit kömürüdür. Başka bazı kaynaklara göre ise; leonardit torfdur (turbadır), gidyadır, olgunlaşmamış kömürdür, yeşil renkli tatlı su çamurudur veya kimyasal işlemler sonucu elde edilmiş bir kimyasal maddedir. Bir başka deyişle, içeriğinde az veya çok hümik asit bulunan tüm maden veya maden benzeri kaynaklar leonardit olarak da adlandırılıyor gibi gözükmektedir. Gerçekte, leonardit yukarda sıralı olanların hiçbirisi değildir. Leonardit; oluşumu, jeolojisi, fiziksel ve kimyasal özellikleri ile diğerlerinin hepsinden farklı olan başka bir madendir.
“Leonardit” adı Maden Kanunumuzun 5’inci Maddesi, IV-B Gurubu içerisinde açıkça yazılıdır. Dolayısıyla, leonarditin yukarıda sıralı diğer madenlerden (veya maddelerden) farklı ve ayrı bir maden olduğu yasal olarak da özellikle belirtilmiş durumdadır.
Leonarditin tüm Dünya’da göreceli olarak yeni tanınmaya başlanan bir maden olması ve uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir tanımının henüz olmaması bu kavram karışıklığının temel nedenleridir. Ne yazık ki aynı karışıklık başka birçok ülkede de halen vardır.
Leonardit madenirin sahip olduğu çok sayıda farklı tanımları içersinde Wikipedia Ansiklopedisi’nde yapılan tanımı en akla yakın olanıdır. Wikipedia’nın tanımından da yararlanılarak leonardit madeni şöyle tanımlanabilir:
LEONARDİT; ALKALİ ÇÖZELTİLERDE KOLAYCA ÇÖZÜNEBİLEN, SİYAH VEYA KOYU KAHVERENGİ RENKTE, PARLAK VE CAMSI GÖRÜNÜŞLÜ YUMUŞAK BİR MADENDİR. ORGANİK KÖKENLİ TORTUL KAYAÇLARIN MİLYONLARCA YIL SÜREN ÇOK YAVAŞ OKSİDASYONU VE KİMYASAL DEĞİŞİMİ SONUÇU OLUŞMUŞ BİR BAŞKALAŞIM KAYACIDIR.
LEONARDİT MADENİNİN BAZI AYIRT EDİCİ ÖZELLİKLERİ:
-       Siyah – koyu kahverengi arası renklerdedir.
-       Görünüşü camsı ve parlaktır.
-       Yoğunluğu 0,70 gr/cm3 ile 0.90 gr/cm3 arasındadır.
-       Asit özelliktedir, pH değeri 3 ile 5 arasındadır.
-       Oldukça yumuşak bir madendir ve sertlik derecesi 1 civarındadır (Mohs sertlik skalası).
-       Kristal yapısı amorftur.
-       Organik kökenlidir.
-       Başkalaşım kayacıdır.
-       Yüksek oranlarda hümik asitler içerir.
-       İçerdiği hümik asitler uzun zincir moleküller yapısındadırlar.
-       Alkali çözeltilerde kolayca çözünebilir.
LEONARDİT MADENİ NERELERDE KULLANILIR?
Leonardit madeni hümik asitlerin temel hammaddesidir ve içerdiği yüksek oranlardaki hümik asitlerden dolayı önemli bir ekonomik değere sahiptir.
Dünya’da ve Ülkemizde leonardit madeni en yaygın olarak tarımda, organik toprak düzenleyicisi olarak, kullanılmaktadır. Leonarditin diğer kullanım alanları ise şöyle sıralanabilir:
Ø  Toprağın ıslah edilmesinde. Sanayi artıklarının kirlettiği toprağın temizlenmesinde.
Ø  Derin sondajlarda, sondaj çamuru katkı maddesi olarak.
Ø  Hayvan yemi katkı maddesi olarak.
Ø  Dökümcülükte; döküm kalıp kumuna katkı malzemesi olarak.
Ø  Hava ve su filtre sistemlerinde. Kağıt, boya, mürekkep, çimento ve seramik endüstrilerinde.
Bunların dışında; denizlerdeki petrol kirlenmeleri ile sulardaki radyoaktif kirlenmelerin temizlenmesinde ve tıpta kanser dahil birçok hastalığın önlenmesi veya tedavisi konularında  leonarditin kullanımı ile ilgili çok ciddi araştırmalar yapılmaktadır. Tıpta, bazı hastalıklar için araştırma aşaması geçilmiş durumdadır ve leonarditin (hümik asitin) hammadde olarak kullanıldığı ilaçlar kullanılmaya başlanılmıştır.
LEONARDİTİN KALİTESİ VE İÇERİSİNDEKİ HÜMİK ASİTLERİN ORANI NEDİR?
Bu konuda Uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir standart bulunmamaktadır. Ancak, bir madenin leonardit madeni olarak kabul edilebilmesi için; içerisindeki hümik asitlerin kuru bazda en az %50 oranında, pH’ının 3 ile 5 arasında ve yoğunluğunun da 0,90 gr/cm3’den az olması gerektiği genel olarak kabul edilmektedir. Öte yandan, Tarım Bakanlığı’nca yayımlanan “Tarımda Kullanılan Organik, Organomineral, Özel, Mikrobiyal ve Enzim İçerikli Organik Gübreler ile Toprak Düzenleyicilerin Üretimi, İthalatı, İhracatı, Piyasaya Arzı ve Denetimine Dair Yönetmelik” tarımda kullanılacak leonardit madeninin en az %40 oranında hümik asitler içermesini şart koşmaktadır. 
Bazı kaynaklarda ise leonardit ile ilgili düşük, orta ve yüksek kalite sınıflandırılması yapılıp aşağıdaki tablo verilmektedir:


Kalite                                      Yüksek Kalite              Düşük Kalite                Orta Kalite
Hümik asit içeriği ( % )             :      35 - 50               50 - 65                     65 - 85
Organik madde miktarı (% )     :      minimum 35      minimum 50                minimum 65
pH değeri                                :      6,5 ± 1                  5,5 ± 1                    4 ± 1
C/N                                        :      1 ± 1                    19 ± 1                    17 ± 1
Özgül ağırlık (gr/cm3)   :      1,4 ± 0,1               1,2 ± 0,1                  0,8 ± 0,1
Bazik solüsyonda çözünürlük:     düşük                     orta                        yüksek

Bu tabloda, özellikle “Düşük Kalite” sütunundaki tüm değerler leonarditten daha çok bazı linyit kömürlerini çağrıştırmaktadır. Bu tablonun doğru kabul edilmesi durumunda, linyit kömürünün düşük kaliteli leonardit olarak üretilmesi ve satılması tehlikesi vardır ve ne yazık ki bu tehlike tüm Dünya’da şu anda gerçekleşmektedir. Dünya’daki ve Ülkemizdeki Leonardit madenciliği yapan veya leonarditi pazarlayan firmaların katalogları incelendiğinde hümik asit oranlarının %25’den %85’e kadar ve pH’larının 3’den 12’ye kadar değiştiği, yani çok büyük farklılıklar gösterdiği göze çarpmaktadır. Öteki çelişkiler bir yana bırakılsa bile, asitik özelliklere sahip bir madenin (lenarditin) pH’ının 7’den büyük olması anlaşılabilir değildir. Leonardit madeninin uluslar arası kabul edilmiş bir tanımının ve standardının olmaması bu sonucu doğurmaktadır.
LEONARDİT İÇERİSİNDEKİ HÜMİK ASİTLER NELERDİR?
Leonarditin içerisindeki hümik asitler şunlardır:
a-    Hümik Asit: pH’ı 7’den küçük olan asitik özellikteki sularda çözünemez, daha yüksek pH derecelerindeki suda veya alkalik özellikteki çözeltilerde çözünebilir. Moleküler ağırlığı fazla olup uzun zincir molekül yapısındadır. Rengi, koyu kahverengi ile siyah arasındadır.
b-    Fülvik Asit: Bütün pH derecelerindeki (asitik veya bazik) suda veya çözeltilerde çözünebilir. Moleküler ağırlığı düşük olup, kısa zincir molekül yapısındadır. Rengi,  açık sarı ile sarı-kahverengi arasındadır.
Bir kavram karışıklığını gidermek için “leonardit içerisindeki hümik asit (asitler) oranı” ile ne kastedildiğinin açıklanması gerekir. Bütün yayınlarda, leonardit üreticisi veya pazarlayıcısı firmaların kataloglarında, leonarditin en ayırt edici özelliği olarak “hümik asit oranı” veya “hümik asitlerin oranı” verilir. Buralarda kastedilen, leonarditin içerisindeki hümik ve fülvik asit oranlarının toplamıdır.
DİĞER HÜMİK ASİT KAYNAKLARI NELERDİR?
Hümik asit kaynakları birçok yayında yıllardır aşağıdaki tabloda görüldüğü şekilde verilmektedir:

                    Kaynak                                   Hümik Asitler (Hümik+Fülvik) Yüzdesi (%)
                    Leonardit :                                                           40-90
                    Turba (Torf) :                                                       10-30
                    Linyit :                                                                  10-30
                    Hayvan Gübresi :                                                  5-15
                    Kompost :                                                              2-5
                    Toprak veya Arıtma Çamuru :                              1-5
                    Taş Kömürü :                                                         0-1

Bu tablo yaklaşık 15 yıl önce hazırlanmıştır ve daha çok farklı maddeler içersindeki hümik asit oranlarının kıyaslanması amacına yöneliktir. Bu tablonun güncellenmesi gerekir. Her şeyden önce, tabloya gidya  eklenilmelidir. Kompost, toprak, arıtma çamuru, taş kömürü gibi hümik asit oranları %5’den bile düşük olan ve hiçbir zaman hümik asit hammaddesi olarak kullanılamayanlar listeden çıkartılmalıdır. Hayvan gübresi ise çok fazla araştırmacı tarafından hümik asit kaynağı veya hümik asit hammaddesi olarak kabul edilmemektedir. Bu değerlendirmelerin ışığında tablo yeniden hazırlanıp aşağıda sunulmaktadır.

                                       Doğal Hümik Asit Kaynakları:
                    Kaynak                                   Hümik Asitler (Hümik+Fülvik) Yüzdesi (%)
                    Leonardit :                                                           40-90
                    Gidya                                                                   10-30
                    Turba (Torf) :                                                       10-30
                    Linyit :                                                                    1-30

Bunların dışında, bitkilerden de kimyasal yöntemlerle hümik asit elde edilmektedir.
Her iki tabloda da açıkca görülebileceği gibi en yüksek hümik asit oranına sahip olan ve en önemli hümik asit kaynağı, tartışmasız bir şekilde, leonardittir. Oran olarak tartışılmaz üstünlüğünün yanı sıra, leonarditin içerdiği hümik asitlerin (özellikle tarımda) nitelik olarak da daha uygun, daha yararlı ve biyolojik aktifliğinin daha yüksek olduğu çeşitli araştırmalarla kanıtlanmış durumdadır.
LEONARDİTİN TARIMDA KULLANIMI.
Dünya’da ve Türkiye’de leonardit madeninin yıllık üretimi ve yıllık kullanımı ile ilgili güvenilir istatistiki bilgiler bulunmamaktadır. Ancak, üretilen leonarditin çok büyük kısmının tarımda, organik toprak düzenleyicisi olarak, kullanıldığı bilinmektedir.
Lenarditin tarımda kullanımı esas olarak iki şekilde olur; katı (granül) veya sıvı olarak.

Katı (granül) kullanım: Madenden çıkartılan leonardit; kırılması, öğütülmesi, elenmesi, içerisindeki yabancı maddelerin temizlenmesi ve kurutulup suyunun alınması için bir dizi fiziksel işlemlerden geçirilir. Daha sonra torbalanıp tarlaya iletilen leonardit (toprağın, bitkinin ve leonarditin türü ve özelliklerine göre değişen oranlarda) toprakla karıştırılır.
Sıvı olarak kullanım: Leonardit, reaktör adı verilen kazanlarda potasyum hidroksit ile kimyasal işleme sokularak ham sıvı hümik asit elde edilir. Homojenizasyon ve filitrasyon işlemlerinden geçirilen sıvı hümik asit şişelenip satılır. Sıvı hümik asit tarlada, sulama suyuna karıştırılarak kullanılabileceği gibi, yapraktan da uygulanabilir.
Sıvı hümik asitin bütün suyu buharlaştırılırsa potasyum humat adı verilen ve su içerinde kolayca eriyebilen kristalize hümik asit elde edilir. Katı formda pazarlanan bu malzeme istenilen oranda su ile karıştırılarak tekrar sıvı hümik asit elde edilir.
Granül leonardit veya sıvı hümik asit tarımda tek başlarına kullanılabildikleri gibi, doğal veya kimyevi gübrelerle karıştırılarak veya kaplama yapılarak da kullanılırlar. Ayrıca, sıvı hümik aside makro ve mikro besin elementleri ilavesi ile çok değerli Bitki Gelişim Düzenleyicileri (BGD) elde edilmektedir.
Leonarditin ve leonarditten elde edilen hümik asitin Organik Tarımda kullanılmaya uygun olduğu bazı ülkeler tarafından kabul edilmiş durumdadır. Gerçekte, tümüyle doğal bir maden olan ve hiçbir zararlı bileşeni bulunmayan leonarditin organik tarımda tüm ülkelerde güvenle kullanılmaması için bir neden gözükmemektedir. Ancak, birçok ülkede hala başka bazı madenlerin ve maddelerin leonardit adıyla satılabiliyor olması gerçek leonarditin organik tarımda kullanılmasında da kafa karışıklığına neden olmaktadır.
            ***
            (*) Dr. Selami İstanbulluoğlu, Maden Y. Mühendisi

27 Mart 2013 Çarşamba

2013 TARIM DESTEKLERİ

2013 TARIM DESTEKLERİ
Tarıma 9 milyar lira destek
Geçmiş yıllarda olduğu gibi tarıma desteklerini yine ilk kez DÜNYA açıklıyor. Geçen yıl 7 milyar 552 milyon lira olan tarım destekleri, 2013’te yüzde 19 artışla 8 milyar 975 milyon liraya çıkarıldı. Destek miktarı en fazla artan kalemler hayvancılık, fark ödemeleri (prim) ve alan bazlı destekler oldu.
Saman krizi yem desteklerini artırdı
Hayvancılık sektöründe yaşanan saman krizi ve ilk kez saman ithal edilmesi 2013 tarım desteklerine de yansıdı.Hükümet 2013’te yem bitkileri desteğini artırırken ilk kez kaba yeme de kilo başına 25 kuruş destek verecek.
Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu tarafından kabul edilen ve Bakanlar Kurulu’na sunulan 2013 tarım desteklerinde alan bazlı olarak adlandırılan gübre, mazot, toprak analizi desteklerinin tamamında artış sağlandı. Alan bazlı diğer desteklerden organik tarımda sadece meyve ve sebze üretiminde destek artırılırken diğer kalemlerde ve iyi tarım uygulamalarında destekler geçen yılın seviyesinde kaldı.
Prim desteği verilen 17 üründen 3’ünde artış var
Fark ödemesi(prim) desteği verilen 17 üründen sadece 3’ünün desteği artırıldı. Bu şanslı 3 ürün kütlü pamuk, zeytinyağı ve aspir oldu. Pamuk primi kilo başına 46 kuruştan 50 kuruşa, aspir primi 40 kuruştan 45 kuruşa ve zeytinyağı primi ise kilo başına 50 kuruştan 60 kuruşa çıkarıldı.
İZMİR- Tarım sektörüne 2013 yılında 8 milyar 975 milyon lira destek verilecek. Geçen yıla göre yüzde 19 artırılan tarım desteklerinde aslan payını alan bazlı destekler, hayvancılık ve fark ödemesi (prim) destekleri aldı.
Gazeteniz DÜNYA geçmiş yıllarda olduğu gibi tarım desteklerini herkesten önce açıklıyor. Beş bakanlığın temsil edildiği Destekleme ve Yönlendirme Kurulu’nda kabul edilen ve Bakanlar Kurulu’nda imzalandıktan sonra Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girecek olan 2013 tarım desteklerinde en yüksek payı 17 üründe verilen fark ödemesi oluşturuyor. 2013 yılında 17 ürüne toplam 3.1 milyar lira destek verilecek. Bu, toplam desteklerin yüzde 34.7’sini oluşturuyor. İkinci sırada ise hayvancılık destekleri var. Bu yıl toplam desteklerin yüzde 27.4’ü olan 2.4 milyar lira destek verilecek. Mazot, gübre, toprak analizi, organik tarım ve iyi tarım uygulamalarını kapsayan alan bazlı desteklerin toplam desteğe oranı ise yüzde 25.7 olacak. Alan bazlı 2.3 milyar lira destek ödenecek.
Prim desteği 3 üründe arttı, 14’ü aynı kaldı
Toplam destek bütçesinden en yüksek payı alan ve 17 üründe verilen fark ödemesi(prim) desteğinde 14 üründe artış yapılmazken sadece 3 üründe prim artışı yapıldı. Buna göre, kütlü pamuk primi kilo başına 46 kuruştan 50 kuruşa, aspir için ödenen prim 40 kuruştan 45 kuruşa ve zeytinyağı primi ise kilo başına 50 kuruştan 60 kuruşa çıkarıldı. Geçen yıl olduğu gibi kilo başına yağlık ayçiçeğine 24 kuruş, soya fasulyesine 50 kuruş, kanolaya 40 kuruş, dane mısıra 4 kuruş, buğday, arpa, çavdar, yulaf, tritikaleye 5 kuruş, çeltik, kuru fasulye, nohut ve mercimekte ise kilo başına 10 kuruş fark ödemesi yapılacak.
Alan bazlı desteklerde artış
Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulu tarafından kabul edilen 2013 tarım desteklerinde alan bazlı olarak adlandırılan gübre, mazot,toprak analizi desteklerinin tamamında artış sağlandı.Alan bazlı diğer desteklerden organik tarımda sadece meyve ve sebze üretiminde destek artırılırken diğer kalemlerde ve iyi tarım uygulamalarında destekler geçen yılın seviyesinde kaldı.
Peyzaj ve süs bitkileri, özel çayır mera, orman emvali alanlar için geçen yıl dekara 2.7 lira olan mazot desteği bu yıl 2.9 lira olarak ödenecek. Gübre desteği ise bu alanlar için 3.7 liradan 4 liraya çıkarıldı. Hububat, yem bitkileri, baklagiller, yumrulu bitkiler, sebze ve meyve alanları için dekar başına 4 lira olan mazot desteği 2013’te 4.3 liraya gübre desteği de 5 liradan 5.5 liraya yükseltildi. Yağlı tohum ve endüstri bitkilerinde ise dekara 7 lira olan mazot desteği 9 lira, 6.3 lira olan gübre desteği de 7 lira oldu.
Gübre ve mazot desteği almak için zorunlu olan toprak analizinin desteği ise geçen yıl olduğu gibi dekara 2.5 lira olarak uygulanacak.
Organik tarımda kısmi artış
Alan bazlı destek kalemlerinden organik tarımda sadece meyve ve sebze üretiminde destek artışı oldu. 2013’te organik olarak üretilen meyve ve sebzede dekar başına üreticilere 50 lira destek verilecek. Tarla bitkilerinde ise geçen yıl olduğu gibi dekara 10 lira ödenecek. İyi tarım uygulamalarında geçen yıl olduğu gibi meyve ve sebze de dekara 25 lira, örtü altı tarımda ise dekara 100 lira destek verilecek. İyi tarımda destek artışı yapılmadı.
Hayvancılığa 3 yeni destek
Bu yıl geçmiş yıllardan farklı olarak 3 yeni destek uygulanacak. Bu desteklerin 3’ü de hayvancılık sektörüne yönelik olacak. Hastalıktan ari hayvancılık işletmelerinde onaylı süt çiftliği sertifikası olan işletmelere hayvan başına 50 lira fazladan destek verilecek. Manda üretimini artırmak için damızlığa ayrılan her manda yavrusu için üreticiye 100 lira destek verilecek. Geçen yıl hayvancılık sektörünün en önemli sorunu haline gelen ve ithalatla çözüme kavuşturulmaya çalışılan saman ve kuru ot için de yeni bir destek öngörülüyor. Buna göre, 2013 yılında kaba yem için kilo başına 25 kuruş destek verilecek.
Saman krizi yem desteklerini artırdı
Hükümet, 2013 yılında sadece saman ve kuru ot üretimini desteklemekle kalmayarak, yem bitkileri üretim desteklerini de artırıyor. Geçen yıla kadar çok yıllık yem bitkileri üretiminde sadece bitkinin ekildiği yıl destek verilirken 2013’ten itibaren her yıl bu destek verilecek. Buna göre daha önce sulu yoncada sadece ekim yılında dekar başına 130 lira olan destek bu yıl dekar başına 50 lira, kuru yoncada dekar başına 30 lira ve korunga için dekar başına 40 lira olarak verilecek. Bu destekler sadece ekim yılında değil her yıl ödenecek. Tek yıllık yem bitkilerinde ise dekar başına 30 lira olan destek 35 liraya çıkarılıyor. Silajlık tek yıllık yem bitkilerinde dekar başına 45 liradan 50 liraya, silajlık sulu mısırda 55 liradan 75 liraya, silajlık kuru mısırda dekar başına destek 30 liradan 35 liraya çıkarıldı. Yapay çayır ve mera için dekar başına ödenen 75 liralık destek ise dekar başına 100 liraya çıkarıldı.
Küçükbaş hayvancılık öne çıkarılıyor
Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, her fırsatta Türkiye’nin büyükbaş hayvancılığa uygun bir ülke olmadığını belirterek “Buğday ile koyun gerisi oyun” deyimini hatırlatıyor. Eker’in dile getirdiği bu görüş hayvancılık desteklerine de yansıyor. Küçükbaş hayvancılık destekleri her yıl biraz daha artırılıyor. 2013’te de küçükbaş hayvancılık desteklerinin tamamında artış yapılması dikkat çekiyor. Geçen yıl koyun ve keçide hayvan başına 18 lira olan destek bu yıl 20 liraya çıkarılıyor. Koyun, keçi ve manda sütüne verilen litre başına 15 kuruşluk prim de 2013’te 20 kuruşa çıkarıldı.
Büyükbaş hayvan destekleri artmadı
Küçükbaş hayvan destekleri artarken büyükbaş hayvancılık desteklerinde artış yapılmadı. 2012’de olduğu gibi 2013’te de sığırda hayvan başına 225 lira, etçi ırklarda ve mandada hayvan başına 350 lira, besi hayvanı için hayvan başına 300 lira destek verilecek. Islah Amaçlı Küçükbaş Hayvan Yetiştirici Birliklerine yürüttükleri proje kapsamında hayvan başına 18 lira olan destek ise 20 liraya çıkarıldı. (01 Mart 2013, STD & Dünya Gazetesi)