29 Temmuz 2008 Salı

Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA: "Tarımımız Uluslarüstü Sermayenin Büyük Tehdidi Altındadır..."
STD&USİAD (29.07.2008)
Türkiye tarımının güçlü ve zayıf yanları nelerdir?Kırsal alanda kullanılmayan geniş bir iş gücü söz konusu. Tarımsal araştırıcılar da sayı ve nitelikçe zengin. Su kaynaklarının zenginliği; çok değişik agroekolojik bölgelerin varlığı, çok sayıda ürün yetiştirme olanağı yaratıyor. Bazı bölgelerde endüstriyel girdi kullanımının düşüklüğü, organik ve sürdürülebilir tarım potansiyelini arttırıyor. Ayrıca dünyadaki önemli zengin tüketici kütlelerine yakınlık gibi tüm bu etkenler Türkiye tarımının güçlü yanlarını oluşturuyor.Türkiye tarımının zayıf yanlarını ise; kooperatifçilik başta olmak üzere örgütlenmenin geri oluşu; küçük ve parçalı işletmelerinin çoğunluğu oluşturması; buna karşın başta hayvancılık olmak üzere bazı üretim alanlarında maliyetin yüksek ve verimin düşük olması; Tarım ve Köyişleri Bakanlığı kamu hizmetlerindeki bütçe darlığı; pazarlama sisteminde tekellerin varlığı ve bu tekellerde yabancıların ağırlığının giderek arması olarak sıralayabiliriz.Bugün Türkiye tarımı ne tür fırsatlarla ve tehditlerle karşı karşıya?Türkiye tarımındaki fırsatlar, yakın pazarlara sebze meyve ihracatının artırılabilmesi olanağı; sulanan alanları hızla artırabilecek olmamız; endüstriyel tarımın gelişmediği yerler başta olmak üzere organik ve sürdürülebilir tarım seçeneklerini hızla artırabilecek olmamız; geniş araştırıcı varlığını harekete geçirerek tarım teknolojilerinde hızlı gelişmeleri sağlayabilme kapasitemizdir.Tehditleri şöyle sıralayabiliriz: Küreselleşmenin dayatmaları ile hayvancılık başta bazı üretim dallarının çöküşü; piyasayı çoğu yabancı gıda, tarım ve girdi sanayisi tekellerinin ele geçirmesi; endüstriyel tarımın hakimiyeti ele geçirerek çevreyi ve ürünleri kirletmesi ve çiftçiler ve tüketiciler üzerinde hegemonya oluşturması; orman yangınları, aşırı otlatma vb. yollarla orman ve meralarda tahribat ve erozyonun şiddetlenmesi; tarım topraklarının konut ve sanayi tarafından ele geçirilmesi; kentlere aşırı göçün yoğunlaşması.1999 yılında uygulanmaya başlayan “Tarım Reformu”nun sonuçları ne oldu?1980 sonrası gelişmiş batılı ülkeler büyük miktarlarda stok oluşturdukları tarım ürünlerini ihraç etmek için kendi aralarında rekabet yaptılar; bazen tarım ürünlerini politik silah olarak kullandılar. En sonunda üretimi kısmak ve düşen ihraç fiyatlarından kurtulmak istediler. İşte bu istek Dünya Ticaret Örgütü’nün, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın harekete geçmesine yol açtı. Bizim gibi borçlu ülkelere tarım üretimini kısacak tarım politikaları önermeye başladılar. Nitekim Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren adı “Tarım Reformu Uygulama Projesi” olan ancak Tarım Bakanlığı bürokratlarının ve akademisyenlerin İngilizce kısaltması olan ARIP (Agricultural Reform Implementation Project) diye söz ettikleri bir tarım politikası uygulanmaktadır. Bunun asla reform olmayıp temel amacının tarım üretimimizi kısmak olduğu açıktır.Bu projenin dört ayağından biri olan “Doğrudan Gelir Desteği” denilen (Kısaca DGD deniyor) uygulama, üreticiye dekar başına bir ödenti yapılmasını öngörmektedir. Ürünlerin ticaretini yapan dışa bağımlı firmalar bundan çok memnundur çünkü düşük fiyatlardan almak mümkün olmaktadır. Gelişmiş batılı ülkelerdeki tarım tekelleri memnundur, böylelikle bu ürünleri bize ihraç edebilmektedirler. Bunun sonucu ürün fiyatları desteklenmediğinden üretim gerilemektedir. Bu gerilemeyi Dünya Bankası’nın kendi raporları bile kabul etmektedir. Dünya Bankası’nın “Türkiye Tarım Reformu (1999-2002) Sonuçları Değerlendirmesi” adlı raporunda verilen bilgilere göre Türkiye’de 1999-2002 aralığında tarımsal GSMH 27 milyar dolardan 22 milyar dolara düşmüştür ve hektar başına üretim değeri ( dolar olarak) yüzde 28 azalmıştır.Bütün bu sonuçlara rağmen Türkiye’ye nerede ise tek politika olarak DGD’yi dayatan gelişmiş ülkelerin kendileri fiyat desteklemelerine devam etmektedirler. Nitekim ABD sadece pamukta üreticilerine 4 milyar dolar destek yapmaktadır. ABD 1998–2000 ortalaması olarak yılda 50,88 milyar dolar üretici desteği yapmıştır.Dünya Ticaret Örgütü’nün kararları da Türkiye tarafından kabul edildi. Uygulamaya baktığınızda DTÖ kararlarının sonuçları için neler söyleyeceksiniz?Dünya’da ve Türkiye’de kırsal kesim ve tarım; neo-liberalizmin büyük tehdidi altında. Türkiye köylülerinin büyük bir kısmının kentlerde iş bulamayacağı bilindiği halde, tarımı bırakması isteniyor. Buğday, et, süt üreticileri başta olmak üzere birçok köylü, düşük verimler nedeniyle bu tehdidin merkezinde. Dünya’da var olduğu iddia edilen “serbest ticaretin” bütün sorunlarımıza çözüm bulacağı, buğday, et, süt ithal edilerek, meyve, sebze ihraç edilerek küreselleşmeye uyum sağlayabileceğimiz iddia edilmekte.Neo-liberalizm ve şirket küreselleşmesi sadece çiftçileri veya tarım işçilerini değil bütün tüketicileri tehdit etmektedir. Öncelikle gerçekte olmayan “serbest rekabet” değil “besin egemenliği” (food sovereignty) temel ilke kabul edilmelidir. Dünya Bankası veya Avrupa Birliği’nin dayatmaları kabul edilmemeli, her ülkenin -bu arada Türkiye’nin de- tarımsal sistemlerini korumak ve kendi gıda ihtiyacını karşılamak hakkına sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu kabul edilmediği, gümrüklerimiz açıldığı takdirde örneğin Doğu Anadolu’da ve Güneydoğu Anadolu’da toprak sahibi olan çiftçiler AB rekabeti ile hayvan besleyemez, buğday üretemez hale geleceklerdir. Besin egemenliği, içine kapanma, otarşi değildir. Uluslararası ticaret herkese yarar getirecek şekilde yapılmalıdır. Ancak her ülke kendi tarım sistemini yıkımdan koruma hakkına sahip olmalıdır. Besin egemenliği bireylerin, toplulukların ve ülkelerin kendi besinlerini üretebilmeleri ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkı olduğunu kabul eden bir düşüncedir. Bu göreli olarak yeni bir kavramdır ve yerel topluluk ve devletlerin işletme ve besin politikaları üzerinde daha çok kontrollerini öngörür. Besin egemenliği kavramı 1996–2002 yılları arasında Dünya Besin Zirvesi’nde aktif olan bazı sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına dayanmaktadır. Kendisini köylü kuruluşlarının uluslararası hareketi olarak tanımlayan Via Campesina dampinglere karşıdır ve Tarımsal Ticaret Enstitüsü gibi ABD merkezli sivil toplum kuruluşları ile birlikte kavramı tarımsal ticaretin liberalleşmesine karşı bir duruş olarak koymuştur. Besin egemenliği küçük ölçekli sürdürülebilir tarımı korumaya olan ihtiyacı vurgular. Bunu ulusal besin pazarlarını; dampingler gibi yolları kullanan adil olmayan ticaretten koruyarak, çiftçilerin toprak ve kredi gibi kaynaklara sahip olmasını geliştirerek, genetik, toprak ve su kaynakları üzerindeki haklarını, şirketlerin haklarına karşı koruyarak yapar.AB ile ilişkilerimizde tarım konusu gündeme getirilmiyor oysa AB üyesi ülkeler arasında da tarım konusu önemli bir yer tutuyor...Avrupa Birliği hem ABD ile yarışan bir bölge gücüdür. Hem de Türkiye’den bölgedeki çıkabilecek çatışmalarda yaralanabilmek amacıyla tamamıyla vazgeçememektedir. Gümrük Birliği ile nerede ise Türkiye’den alabileceğinin azamisini almış bulunan AB Türkiye’nin bu süreç içinde daha birçok ekonomik ve politik tavizler vereceği beklentisi içindedir. Örneğin Türkiye’nin AB’ne katılımına ilişkin olarak AB tarafından hazırlanmış etki raporunda “Orta Doğu’da su, gelecek yıllarda artan bir şekilde stratejik bir konu olacaktır. Türkiye’nin katılımı ile su kaynaklarının ve altyapıların (Fırat ve Dicle su havzalarındaki barajlar ve sulama sistemlerinde, İsrail ve komşu ülkelerde sınır ötesi bir su işbirliği) uluslararası yönetiminin olması Avrupa Birliği için önemli bir konu olacağı beklenmektedir” denmektedir. Bunun işaretleri çoktandır görülmektedir. Sulama sistemlerinin aralarında AB su tekelleri de olmak üzere ulus-aşırı firmalarca ileri de özelleştirilmesi için şimdiden hazırlıklar gözlerden kaçmamaktadır. Sistemi tümüyle krize götürebilecek bir gelişmeyi önleyebilmek amacıyla AB ABD ile çoğu zaman Türkiye’nin aleyhine de işbirliği de yapmaktadır.AB Türkiye’den istekleri şu anda AB’de uygulanan tarım politikasına uyum değil, Türkiye’nin istedikleri gibi bir yapı kazanması için gerekenlerdir. Bu nedenle AB şu andaki büyük ölçüde fiyat desteklerine dayalı politikası yerine IMF önerilerine uymaya devam etmemizi salık vermektedir.Gelişmiş ülkelerde çiftçiliğin nitelik değiştirerek tarımsal faaliyetlerin büyük işletmeler tarafından yürütüldüğünü görüyoruz. Türkiye’nin koşulları büyük tarım işletmeleri için elverişli mi?Son on yıllarda elektronik başta olmak üzere öncü bazı üretim ve hizmet dallarındaki hızlı ve bütün yaşamı etkileyen değişimler bütün dünyada işsizlik oranlarının artmasına yol açmıştır. İşsizlik sorununun zaten hiç gündemden düşmediği ülkemizde bu gelişmeler nedeniyle tarım dışı sektörlerin istihdam yaratma kapasitesi haylice daralmıştır. Tarımdaki fazla nüfusun nereye gönderileceği ciddi bir sorun olmuştur. Geçtiğimiz 50 yıl içinde Batılı ülkeler yoğun emeğe ihtiyaç gösteren sanayileşme ile kırdan kente büyük bir nüfus göçünü gerçekleştirmişler; hatta bu da yetmemiş, Türkiye de dahil gelişmekte olan ülkelerden işgücü talep etmişlerdir. Bütün bu süreç bir daha dönmemek üzere bitmiştir. Bu süreci kaçıran Türkiye’nin, bugünün koşullarında aynı şeyi tekrar etmesi hayli zorlaşmıştır. Kentlerde işsizlik oranları haylice yüksektir. Uzunca bir süre kırdan kente göçeceklerin iş bulması çok zor olacaktır. Kentlerde bir kişiyi istihdam edebilmek için gereken yatırım hacmi hızla yükselmektedir. Kente göçenler için kamunun yapacağı kentsel altyapı yatırımları; buna ek olarak, göçenlerin konut için yapacağı harcamalar da büyük boyutlar tutmaktadır.Uzun dönemde tarımda küçük işletmeleri sayısal olarak aynen koruyan bir politika şüphesiz benimsenemez. Ancak Tayvan gibi bazı ülkelerde de başarılı bir şekilde gerçekleştirildiği gibi toprak reformu, yeni ürünleri geliştirme, kırda tarım dışı işleri geliştirme gibi yollarla küçük işletmeler desteklenerek kırdan göç yavaşlatılabilir, küçük üreticilerin refahı arttırılabilir ve bir süre sonra da gerekli koşullar oluştuğunda küçük işletmeler sayıca azaltılarak daha büyük birimler oluşturulabilir.Tarım kesiminde bireysel üreticilerin yalnızca kendi çabaları ile ve yatırımları ile kırsal kesimin modernleşmesini devam ettirebileceğini düşünmek gerçekçi değildir. Tarımda işletme sayısı çok fazladır ve özellikleri tarım dışı kesimlerden çok farklıdır. Tarımda gelişme büyük ölçüde sulama, toplulaştırma, elektrifikasyon gibi; bireysel işletmenin istese de gerçekleştiremeyeceği kolektif yatırımlara bağlıdır. Bunları hemen her ülkede ancak devlet yapabilir. Türkiye’de son kırk yılda tarımda meydana gelen modernleşme atılımları bu sayede olabilmiştir. Bu çabaların ancak artarak devam etmesi halinde Batılı ülkelerde görüldüğü gibi sermaye/ toprak oranı yükselmiş, olağanüstü verim artışlarını gerçekleştirmiş bir tarımsal yapıya kavuşabileceğiz. İnsanları köylerini terk etmeye zorlamadan ve kentlerde hem kendileri hem de başkaları için dev sorunlar yaratmadan istihdam etmenin yolu tarım dışı işleri kırlarda yaratmaktır. Gelişmekte olan ülkelerde bölüşümü iyileştirecek bir büyüme sürecinin tarım ile sanayii bütünleştirmekle sağlanabileceği, bunun aynı zamanda dış denge, tasarruf, yatırım, istihdam yaratma ve verimlilik açısından da olumlu etkiler yaratabileceği bazı iktisatçılarca ekonometrik modellerle gösterilmiştir. Kırsal sanayinin kurulmasında kooperatifler gene güçlü araçlar olarak kullanılabilirler. Örneğin İsrail Kibbutzlarında gelirin yarıdan çoğu tarım dışı yatırımlardan gelmektedir. Birçok Kibbutzda plastik sanayii, elektrikli aletler sanayii gibi kentlere özgü sayılan dallar bile bulunmaktadır. Kırda sanayi ve hizmetlerin geliştirilmesi ile birlikte insanların yeni meslekler edinebilmeleri için eğitim çalışmaları yoğunlaştırılmalıdır. Ancak, kırda, sanayi ve hizmetleri yaratmadan yapılacak eğitim çalışmalarının en yeteneklilerin kırı terk etmesi sonucunu doğuracağı da unutulmamalıdır.Topraksızlar için kırda tarım dışı işlerin yaratılması özellikle daha büyük bir önem kazanmaktadır. Topraksızların bir bölümü kiralama yoluyla işletme sahibi durumundadırlar. Bunlardan da isteyenlerin toprak sahibi olmaları desteklenmelidir.Belli bir süre sonunda ülke ekonomisi belli bir gelişme düzeyine kavuşup kentlerde ve kırsal alanlarda işsizlik azaltıldığı takdirde çok küçük işletmelerin tasfiye edilerek ortalama işletme büyüklüklerinin arttırılması yönünde ciddi bir politika uygulanabilir.Yapmamız gereken kırın kentlileşmesidir. Türkiye çağdaş, ileri bir tarımsal yapıyı; bugünkü küçük üreticilere ve topraksızlara sırtını dönerek, onları atalet içinde bırakarak gerçekleştiremez.Köylü işletmeleri korunmalıdır. Bu işletmeler tarıma sadece bir kar amacıyla bakmayarak doğanın da koruyucusu olurlar. Avrupa ve ABD’de kırsal alanların boşalması olgusu özlenen bir gelişme değildir.
***
dikkat!.. STD&SAA (Yayınlayan: HAMDİ DAĞ, Başkan)
TOHUM ŞİRKETLERİ TOHUMLARIMIZA GÖZ DİKTİ
Masum görünen bir tohum yarışması… Ve !...
Prof. Dr. Tayfun Özkaya’nın analizi:
Geçen hafta Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesinde ilan panolarında öğrencilere yönelik bir afiş gözüme çarptı. Bir İsrail firması olan Hazera Tohumculuk ve Antalya Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi işbirliği yaparak bir tohumculuk proje yarışması başlatmış. Konu; kaybolmakta olan yerel sebze çeşitlerinin yetiştirilmesi veya özelliklerinin belirlenmesi. Şirket daha önce de öğrencilere yönelik eğitim çalışmaları yapmış. Akdeniz Ziraat Fakültesi’nin dekanı da bunları çeşitli yerlerde açıklıyor. Birinci olana dizüstü bilgisayar verilecek, her fakültenin birincileri ve danışmanı olan hocaları (hocalar da öğrencilerin danışmanı oluyor) Antalya’da beş yıldızlı bir otelde bir hafta ağırlanacak.
Hazera Tohumculuk firması aslen İsrail kökenli. Domates tohumları üzerinde ihtisası var. Hazera İbrani dilinde tohum demekmiş. Bu Hazera şirketi 1998’de Fransız Vilmorin tohum firması ile stratejik bir ortaklık oluşturuyor. Hisselerinin yüzde 12’sini Vilmorin’e veriyor. Vilmorin de aslında piyasanın dev tohum firmalarından Groupe Limagrain’in bir parçası. Limagrain dünyanın dördüncü büyük tohum firması. Yıl 2003 olduğunda Vilmorin’in Hazera’daki payı yüzde 55’e çıkıyor. Hazera’nın genel merkezi İsrail. Ayrıca hatırlayalım; Vilmorin geçenlerde Türkiye’nin büyükçe bir tohum firmasının tamamını satın almıştı.
Olay son derece açıktır. Kimse anlaşılmaz, gizemli komplo teorilerine sapmasın. Ayrıca gene kimse Yahudi düşmanlığından söz etmesin. İşte gerçek ortada. Büyük şirketler düzeyinde ne din, ne milliyet önemli değildir. Fransız, İsrail, Türk şirketleri el ele vermişler. Birbirlerinin hissesini almışlar. Bunların zarar verdikleri, Türk, Fransız, Amerikalı vb. her ulustan ve dinden çiftçilerdir, tüketicilerdir.
Gene kimse bu firmaların yerel çeşitliliği korumak peşinde olduklarını söylemesin. Özel şirketlerin kâr dışında bir şeyi hedeflediklerini düşünenler ya çok saftır ya da bilinçli olarak böyle söylüyordur. Hazera’nın domateste önemli bir payı var. Amacı yerel çeşitlerdeki değerli genleri kendi çeşitlerine katmak. Gördüğümüz kadarı ile bunu bir bilgisayarla ve 20-30 kişinin otel parası ile tereyağından kıl çeker gibi
ucuzca, tehlikesizce ve bir de biyoçeşitliliğimizi koruyormuş gibi görünerek gerçekleştirecekler.
Yarışmanın duyurularında ‘tohum toplanmayacak’ deniyor. Bu, eleştirileri önlemek için düşünülmüş sanırım. Ancak tohum toplamak hemen şart değil. Önemli olan bilgidir. Tohum toplama işi sonra yapılacak olan kolay bir iş olacaktır. Yerel çeşitlerdeki bazı özellikler örneğin bazı hastalıklara dayanıklılık genleri şirketlerin çeşitlerine aktarılınca şirket amacına ulaşmış olacaktır. Şüphesiz bu şirket çeşitlerinin sayısı çok az olacaktır ve bunlar gene de ilaçsız ve gübresiz yetiştirilemeyecektir. Ayrıca UPOV denilen Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğine Türkiye’nin geçenlerde girdiğini hatırlayalım. Genlerimizden yararlanarak geliştirilecek olan şirket tohumlarının bir süre sonra bizim yerli çeşitlerimizden değil, bizim çeşitlerimizin onların çeşitlerinden yararlandığı bile iddia edilebilecektir. Hatta gümrüklerde domateslerimize el konulabilecektir. Çünkü onların çeşitleri patentlenecek veya tohumda geçerli fikri mülkiyet hakları ile korunacaktır. Tohum yasasının yerel tohumları saklanacak ve biyokorsanlığa açık olacak, ancak asla satılamayacak hale getirdiğini tekrar hatırlayalım. Küresel tohum şirketlerinin sevdiği UPOV’u kendi elimizle muhalefetsiz kabul etmiştik. Yerel çeşitlerimizden aktarılan yeni özellikler birkaç yıl sonra hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü şirket çeşitleri biyoçeşitliliğe karşı olmak zorundadır. Az sayıda çeşit, şirketler için kaçınılmazdır. Yoksa kârın en çoğa çıkarılması gerçekleşemez. Biyoçeşitliliğin olmamasının sonucu ise bu şirket çeşitlerinin kısa bir süre içinde hastalık ve zararlılara dayanıksız hale gelmesidir. Şirket çeşitleri ve endüstriyel tarım nedeniyle ABD’de sebze ve meyve çeşitleri yüzde 90’lar düzeyinde yok olmuştur. Gerek ABD gerekse İngiltere’de yapılan araştırmalar şirket tohumlarıyla üretilen sebze ve meyvelerin vitamin, mineral madde gibi antioksidantlar açısından 50 yıl önceki yerel çeşitlerden çok fakir olduğunu göstermektedir.
Ziraat Fakülteleri niye bu işe alet oluyor? Bence ilanlar derhal indirilmeli, destek çekilmelidir. Daha önemlisi artık fakülteler ve Tarım Bakanlığı yerel çeşitleri koruyucu çalışmalara girmeli, katılımcı ıslah denilen köylü ve bilim insanlarının en başından el ele çalıştığı yaklaşımlarla araştırmalara başlamalıdırlar. Katılımcı ıslah dünyada 20 yıldır biliniyor. Bizim küreselci tarım çevrelerine soralım bakalım, katılımcı ıslahı doğru tarif edebilecekler mi?
Yerel çeşitlerin yağmalanmasına son verelim. Sonra çok geç olacak. Ay yıldızlı rozetleri sadece dekor olarak takanlar: Yeni bir sınav önünüzde. Hadi bakalım.
Prof. Dr. Tayfun Özkaya
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü

Hiç yorum yok: